<br>

3 Haziran 2017 Cumartesi

C

0 yorum
Uzak kaldım biraz buradan. Aslında uzak kaldığım şey burası değil, blogum değil, yazılarım değil. Acılarımdan uzak kaldım. Fazla acıdan dolayı oluşan hissizlik değil bu, daha farklı, güzel bir şey. Mutluyum. Yani mutlu hissediyorum. Ve mutlu ediyorum sanki. Bana dolu dolu bakan bir çift göze sahip oldum. Beni önemseyen bir zihne, benim için atan bir kalbe, bana ulaşmaya çalışan dudaklara, beni sevmek için uzanan ellere sahip oldum. Mutluluk buldu beni, huzuru getirdi beraberinde.

Hüzünden beslendim bugüne kadar hep. Hayatın iğrençliği içimdekileri kağıda kusmama sebep oluyordu. Yazamadım bu sebeple, gelmedi aklıma kelimeler. Gelenler de işe yaramazdı hikayem için. Çünkü her ne tarafa dönersem döneyim sadece "Seni seviyorum" çıkıyordu ellerimden. Zihnimin her köşesine imzasına atmış gibiydi. Artık mutsuz olamazsın diyordu bana. Yalnız kalamazzsın, acı çekemezsin, ağlayamazsın iç dünyanda. Tutsak etti beni kendisine. Haftalardır mutluluğu o kadar aralıksız tattırdı ki ara sıra acı çekmeyi özler oldum.

İçimde tek bir olumsuz duygu kaldı, korku. Süpüremedi onu bir türlü. Çıkarması zor inatçı bir leke. Hatta gün geçtikçe daha da artıyor bu korku. "Ya tekrardan düşersem?". Beni tutan ilk elleri kaybedince çok sert düşmüştüm. Ondan sonra uzatılan tüm elleri ben reddetmiştim. Şimdi tekrardan sarıldım birisine ama ya tekrardan düşersem? Hep taze kalacak bu yaralarla ölür müyüm? Yoksa duygusuz bir yaratık olarak sonsuza dek yaşamaya devam mı ederim?

Size son olarak bir ironiden bahsetmemi ister misiniz? Ona ilk söylediğim sözler "Çok mutsuzum" oldu. Ne selam ne naber ne de klasikleşmiş başka bir ilk söz, çok mutsuzum dedim ilk olarak. Tam bir pes ediş anıydı benim için. Hiç tanımadığım birisine mutsuzluğumu açmıştım. Hiç tanımadığım o insan beni bambaşka birisine dönüştürdü.

Ey sen olmazı olduran kadın, mutsuzu mutlu eden, kalpsizi aşkla dolduran, ruhsuza duygu kazandıran, seni ne kadar sevdiğimi bilesin. Şu an karşımda oturmuş sana bu blogda yazanları okutmadığım, adresini söylemediğim ve senden gizlediğim için kırılıyorsun. Dışarıya yansıtmasan da içten içe sinir olmuş haldesin buna. Seri seri bastığım harfler sonrası "Üüüf tıktıktıktık ne yazıyorsun ya o kadar" diye söyleniyorsun.
Hep orada kal.
Hep burada kal.
Hep kalbimde kal.
Hep hayatımda kal.
Gitme.
Benim ol, benimle kal.

2 Mayıs 2017 Salı

Patojenik Hayat 2 - Sari Pijamalar

0 yorum
Sabah acı bir haberle uyandım. Maalesef hala yaşıyordum. Yani en azından sahip olduğum iğrenç beden inatla nefes almaya devam ediyordu. Bu konuda oldukça ısrarcıydı. Deniz kabuğu gibiydim. Dıştan bakınca bir şeyler görünüyor, kulak verince bir sesler duyuluyor ama aslında içi koca bir boşluk olan deniz kabuğu gibi. Yaşamanın anlamsızlığını sorguluyordum kendi kendime. Yarım kalmıştım, eksiktim. Baktığım, gördüğüm hiçbir şey eskisi gibi görünmüyordu artık gözüme. Tadı kaçmış şekerli sakız gibiydi hayatım. Çiğnedikçe acı bir tat alıyordum.

"Ahmet."

Düşünceler arasında kaybolmuşken adımın anıldığını duydum ve irkildim. Ancak sesin sahibini çözemediğimden boş gözlerle etrafıma bakındım. Sınıfın ortasında tam uykuya dalmak üzereydim. Çoğu insan aşk acısı çekerken uykusuzlukla savaşır, bende ise durum daha farklıydı. Günde 14 saatin üzerinde uyuyarak kendimi dünyadan soyutlamaya çalışıyordum. Uyumak zor bir eylem değildi benim için, istediğim her an her yerde uykuya dalabilme özelliğim vardı.

"Ahmet!"

İkinci kez, bu kez kim olduğunu görebildim. Emre arka sıradan kafasını uzatmış bana bakıyordu. O acınacak halimi daha yakından görmek istedi herhalde. İsteksizce kafamı ona çevirip ne istiyorsun der gibi baktım.

"Akşam çıkalım. Bir haftadır halin duman. Kafaları kırarız. Aklındaki yok edici düşünceleri dağıtırsın biraz."

Salak salak gülene veya hıçkıra hıçkıra ağlayana kadar içmek gerçekten ihtiyacım olan şeydi. Ancak Emre'yi tanıyordum. İlk yudumları almadan önce "Boşver, takma, sana kız mı yok" gibi saçma salak cümleler kuracaktı. İkincilere geçtiğimizde ise çoktan uçmuş olacaktı, gecenin geri kalanını ona bakıcılık ederek geçirecektim.

"Siktir et, uykusuzum eve gider uyurum ben."

"Hadi be oğlum! İçtikten sonra rahat rahat uyursun."

Emre'yi gerçekten severdim ama şu ruh hali ile katlanılacak gibi değildi. Aslında olay Emre değil şu an hiçbir insana katlanamıyordum. Her hayır deyişimi naz yapıyormuşum gibi algıladı. Ne kadar reddetsem de vazgeçmemeye kararlıydı. Gerçekten bana destek olmak için mi ısrar ediyordu yoksa içmeye bahane mi arıyordu bilmiyorum. En sonunda susması ve ders bitene kadar uyumama izin vermesi karşılığında teklifini kabul ettim. Gözlerimi yumup ne kadar boktan bir gece geçireceğimi düşünmeye başladım.

Önceleri henüz 18'i doldurmadığımız için barlara girip çıkmamız zor oluyordu. Emre'nin kuzeninin bir arkadaşı barmenlik yapmaya başladı, girişte sıkıntı çıkmasın diye onun çalıştığı yere gidiyorduk. Hem bize daha ucuza veriyordu içkileri. Ben 18 olmuştum ama mekanda o kadar rahattım ki yıllarca sadece orada takılabilirdim. Saat 9'da buluşacaktık, ben 8'de gittim. Bara oturup Selçuk Abiyle selamlaştım. 3 bomontinin parasını peşin olarak verdim, Emre gelene kadar biraz tadını çıkarmak istiyordum alkolün. Selçuk Abi beni görür görmez neyim olduğunu sordu, "Neyim olacak abi, İzel." dedim ve sustum. İkinciyi açtığımda devam ettim konuşmaya"Terk etti abi beni. Bir anda gidiverdi. Madem gidecekti neden girdi hayatıma neden sevdi beni neden sevdirdi kendisini?" kısaca anlattım olayları. Şok oldu duyunca, İzel'le aramızdakileri bildiğinden bu son gerçekten şaşırtmıştı onu. Bakışlarından belli oluyordu. "Üzüldüm" dedi sadece. İhtiyacım olan da tam olarak buydu işte. Gereksiz lafları dinleyecek halim yoktu Birileri de terk edildiğimi duyunca geniş geniş "Boşver be unutursun" demesin istiyordum. Koduğumun dünyasında acı çekiyorum her gün, acıdan kıvranıyorum, her gün ölmeyi diliyorum, uyumadan önce bir daha uyanmamak istiyorum ve karşıma geçmiş "Boşver be unutursun" diyorlardı. Gerçekten çok sağ olun, desteğinizi çok güzel hissettim. Şimdiden kendimi daha iyi hissediyorum. Unuturmuşum bak, tamam o zaman hiçbir sorun yok!

Selçuk Abi geniş bir bardağa bir içki doldurdu, ne olduğunu bilmiyordum o zamanlar. "Benden" deyip uzattı önüme. "Bu ne abi" diye sormadım da. Aldım içmeye başladım. Selçuk Abi verdiyse içerim. Günlerdir ilk kez birinin yanında kendimi iyi hissediyordum. Susmuştu, bir şey demiyordu, acımı yaşamama izin veriyordu. Avuç içiyle sırtıma vurulan iki şaplakla huzurum bozuldu, gelen Emre'ydi. Yanında da tanımadığım bir kız vardı. Emre'yle selamlaştık.

"İrem de bize eşlik etmek istedi bugün. Bizim dershaneden, daha önce mutlaka görmüşsündür. Hatta o seni tanıyormuş."

Okuldaki İrem değil, başka bir kızdı. Kim olduğunu bilmiyordum. Ancak Emre'nin yapmaya çalıştığı şeyi çakozladım. Aslında iki ihtimal vardı ve ikisi de beni sinirden kudurtacak cinstendi. Birincisi ya İrem'i bana yamamaya çalışıyordu, çivi çiviyi söker, al bak bu da kız der gibi halimden hiç anlamayan hareketlere girişecekti ya da kendisi yanaşma çabasındaydı İrem'e ve benim acımı bu amacına alet etmişti. Daha fazla konuşacak mecalim kalmadı. Yerimden doğruldum sol gözüne doğru bir yumruk salladım Emre'nin. Normalde benden daha atik bir insandı ancak beklemediği bu yumruğu karşılamasına imkan yoktu. Ağız dolusu bir küfür eşliğinde gözünü tutmaya başladı. Benim bile tüm koluma ağrı girmişti o yumrukla. Hiç tutmadan var gücümle geçirmiştim suratına. Ceketimi aldım ve kapıya doğru yürümeye başladım. Günün sonuuydu benim için, eve gidip biraz daha uyuyabilirdim. Tam kapıdan çıkarken Emre'nin küfürlerini duydum tekrardan, git gide sesi bana yaklaşıyordu, daha arkamı dönemeden ensemden aldığım darbe ile kendimi yerde buldum. Öfke içinde bağırıp beni tekmeliyordu. Bense aslında bu durumdan zevk alıyordum. Belki de ölürdüm, bu düşünce beni heyecanlandırdı. Çevredeki insanların Emre'yi üstümden uzaklaştırması ile heyecanım söndü. Selçuk Abi kolumun altına girip ayakta durmama yardımcı oldu. "Gidebilecek misin tek başına? Ahmet iyi misin?" diyordu sürekli. İlk sorduğu andan beri evet demek istedim ama ağzımdan kelimeler çıkmadı. Elimle onu biraz ittirip iyiyim işareti yaptım, sendeleye sendeleye iki adım attım sonrasında olduğum yerde dizlerimin üstüne çöküp ağız dolusu kustum. Ağzımdan çıkanlar kan mıydı yoksa içkiden kalanlar mı hayatım boyunca öğrenemedim. Çünkü hemen ardından kendi kusmuğumun üstüne düşüp bayıldım.

Tekrar uyandığımda hiç tanımadığım bir evdeydim. Üstümde sarı renk bir pijama giymiş, pembe yorganla örtünmüştüm. Vücudumun çeşitli yerlerinde ağrılar vardı ama tam olarak nereleri kestiremiyordum. Ya içimdeki acı daha baskındı ya da henüz uyanamamıştım. Biraz doğrulup etrafı süzdüm. Bana herhangi bir şey hatırlatacak işaretler arıyordum. Odanın diğer köşesindeki kanepede uyuyan birisini gördüm. Bir kız olduğu belliydi ama sırtı dönük olduğundan kim olduğunu anlayamadım. Seslenmeye karar verdim, çünkü ciddi anlamda bazı soruların cevaplarına ihtiyacım vardı. Bir de cep telefonuma, en azından annemlere bir şeyler yazmalıydım.

"Hey."

Sesim henüz tam çözülmemişti, ona ulaştıramadım

"Hey!"

Bu kez daha kuvvetli çıktı ama uyanmasına yetmedi. Birkaç kez daha seslendikten sonra yüzünü bana döndü, Emre'nin dün tanıştırdığı kızdı. İsmi ise aklımda yoktu. Hızla yerinden kalkıp yanıma geldi.

"Uyandın mı?"

Dikkatini yüzümdeki bir şeylere verdi, neye baktığını neyi incelediğini dakikalar sonra elini gezdirince anladım. Vücudumun ağrıyan yerlerinden biri sol şakağımın biraz üstüydü.

"Dün kafanı çok sert vurdun. Daha iyi misin şu an?"

"Sen kimsin?"

Tüm o ilgili bakışlar bir anda hüzün doldu. Patojenik bir insan olmaya başlamıştım, çevreme üzüntü, mutsuzluk dağıtıyordum. Işıl ışıl parlayan bir çift gözü söndürmüştüm, çevremdeki her şey gibi o da solmuştu bir anda. Tekrardan tanıttı kendisini. Adını hatırladım ve dün tanıştığım kişi olduğundan da emin oldum böylece. Telefonumu uzattı, gece annemlere benim ağzımdan mesajlar atmış endişelenmemeleri için. Düşünceli biriymiş diye geçirdim içimden. Ancak bu misafirliği uzatma niyetinde değildim. Pijamaları bana nasıl giydirdiğini sormadan kıyafetlerimi istedim. "Onlar yıkanıyor şu an" dediğinde yerlerde sürüklenişim ve kendi kusmuğumun üstüne düşüşüm zihnimde canlandı. Ama daha fazla da durmak istemiyordum. Sarı pijamalarla attım kendimi sokağa. Yürürken fark ettim kolları ve ayakları çok kısa geliyordu. Muhtemelen kendi pijamalarıydı. İrem'in benden yaklaşık 20santim kısa olduğunu düşünecek olursak oldukça normaldi tam gelmemesi. Şikayet edecek durumda değildim. Zaten İzel gittiğinden beri hiçbir şey tam gelmiyordu bana. Tek dileğim zamanın olabildiğince hızlı ilerlemesi. Her şey o kadar hızlı ilerlesin ki bir anca önce 84 yaşıma filan geleyim. Ya unutmuş olayım ya da rahat rahat öleyim.



1 Mayıs 2017 Pazartesi

Patojenik Hayat 1 - Hayir

0 yorum
Bir söz verdim, geçmiş anılar arasında daha fazla takılıp kalmayacağım. Hayatımın en güzel yıllarını geride bırakmış da olsam önümde yaşayacak daha çok yıllar varmış. Yani bana öyle dediler. Belki mutlu filan bile olabilirmişim ya da çok huzurlu günlerle karşılaşabilirmişim. Tekrar sevebilirmişim, daha iyilerini bulabilirmişim. En komiği de zaten mükemmel bir hayatım varmış. Boş teselli verenler, hepiniz bok yiyin.

Hayır, anlatacaklarım sıradan bir aşk hikayesi değil. Bir bitiş hikayesi. Kendisine ve çevresine hastalık saçan patojenik bir hayatı anlatacağım sizlere. 

Hayattaki 18. yılımı henüz doldurmuştum. Büyük görünmeye çalışan bir ergendim hala. Bana cenneti sunan insanla kutlamıştık doğum günümü. Tüm o öpücüklerin, söylenen sözlerin arasında kendimi mutlu hissediyordum. 2 yıldır hayatımdaydı, 2 yıldır her günümü, her anımı onunla paylaşıyordum. Kalan tüm yıllarımı da ona adamaya daha 18. yaşımdan hazırdım. Sadece 3 gün sonra hayatın ne kadar adi, insanların ne kadar yalancı olabileceğini öğrendim.

Teyzemlerde tüm aile toplanmış güzel bir pazar günü geçiriyorduk. Küçük kuzenim yaptığı şaklabanlıklarla benim ilgimi çekmeye çalışıyordu. Ben ise artık büyüdüm havalarında, büyük insanların yaptığı saçma sapan dedikoduları dinleme çabasındaydım. Otu boku eleştirip kendilerini rahatlatıyorlardı. Keşke orada elimdeki çayla hiç ilgimi çekmeyen muhabbetlere dahil olmaya çalışmasaydım, küçük kuzenimin istediği gibi onunla çocukça oyunlar oynasaydım. Cennetimdeki son saatlerimi daha eğlenceli geçirebilirdim belki de.

Telefonuma gelen mesajla dedikodu kazanından çıkıp derin bir nefes aldım. Tanımadığım bir numaraydı, düz bir "Selam"dan ibaretti mesaj. Ama hiç hoşuma gitmeyen muhabbet ortamından kurtulmak için yeterliydi bana. Aynı soğuklukta düz bir "selam" ile cevap verdim tanımadığım kurtarıcıma.

"Beni tanıdın mı?"

Tabiiki de tanımamıştım. Anlaşılan o da onu tanımayacağımı düşünüyordu. Bu sorunun başka bir açıklamasını bulamıyorum. Beni kurtardığı için kibar bir duruş sergileme kararı aldım, yoksa kendini tanıtmak yerine bu saçma soruyu sorduğu için biraz daha ters gidebilirdim.

"Hayır, numaran kayıtlı değilmiş kusura bakma."

"İrem ben."

İrem, alt dönemlerden bir kızdı. Son haftalarda okulda beraber takıldığımız oluyordu. İzel ara ara bu durumu sorun ediyordu, klasik kıskançlık tripleri bilirsiniz. Daha fazla rahatsız olmaması için telefon numarasını hiç istememiştim. Ama kantinde denk gelince yapılan 20-30 dakikalık muhabbetlerin veya serviste okula gidiş gelişlerde edilen sohbetlerin kimseye bir zararı olmayacağı kanaatindeydim. Ondan mesaj almış olmak şaşırtıcıydı. Soyadını yazıp gerçekten o olup olmadığını teyit ettirdim, gelen cevap evetti. Klasik hal hatır sorularının, havadan sudan konuların ardından hayatımın kırılma noktasını yaşattı bana.

"Yarın okulda özel bir şey konuşabilir miyiz?"

Şimdi söylemesi için ne kadar ısrar ettiysem de olmadı. Bir yanım bana açılacağını söylüyor olsa da flört etmeyi unutmuş ve İzel'e bağlılık yemini etmiş olan tarafım "Kendini bir bok sanma. İzel'le aranızdakileri tüm herkes biliyor, bambaşka bir şey söyleyecektir" şeklinde bastırıyordu. Her zaman yaptığım gibi yine İzelci yönümün sesini dinledim. Konuşma isteğine olumlu geri dönüş yaptım. Mutlu bir insan olarak attığım son mesajdı.

"Ahmet ben İzel'dim. Aranızda bir şey olduğunu, ona karşı bir şeyler hissettiğini biliyordum. Sakın tek kelime dahi etme. Arkadaşlarıma da rezil ettin beni. Senden böyle bir şeyi beklemezdim. Yazıklar olsun, nereden karşıma çıktın da seni sevdim ki? Keşke hiç tanımamış olsaydım, keşke karşıma çıkmadan önce ölmüş olsaydın"

Aile büyüklerinin gereksiz dedikoduları arasında oturmuş telefona bakar halde gözlerimin yavaş yavaş doluşunu hissediyordum. Dünyanın en saçma ayrılık sebebi olabilir miydi? Çok uzun yıllar sonra öğrenecektim sadece ayrılma amaçlı böyle konuştuğunu. Benden kurtulmak için rol yaptığını yıllarca kendimi suçladıktan, büyük pişmanlıklar yaşadıktan sonra anlayacaktım. Şu an için detaylı düşünecek halim yoktu. Düşünmek bir yana nefes bile alamıyordum, sadece acı vardı, saf ve sonsuz bir acı.

Sol elimde tuttuğum yarım çay bardağının titrediğini, içindeki kaşığın tıkırdılarını duyunca fark ettim. İlk gözyaşı düşmeden önce kaçmam gerekiyordu. Başım öne eğik bir şekilde salondan çıktım, kendimi ilk olarak tuvalete attım. Ama sakinleşmek gibi bir şey söz konusu değildi. Ayakkabılarımı giyip, kimseye tek bir şey söylemeden o evden çıktım. Ne yapacağımı bilmiyordum, arıyordum açmıyordu, yazıyordum cevap vermiyordu. Dışarıdaki insanlara aldırmadan ağlaya ağlaya hızlı adımlarla yürüyordum sahile doğru. Kayalara vuran dalgalar beni her zaman sakinleştirmişti, bir an önce ilacıma kavuşmak istiyordum. Israrıma daha fazla dayanamayıp saatler sonra ilk kez telefonuma cevap verdi. Kendimi açıklamaya, aklamaya çalıştım. Onu asla aldatmayacağımı, nasıl çok sevdiğimi, içimdeki bağlılığın büyüklüğünü binlerce farklı kelimeyle onlarca farklı şekilde anlatıyordum. Konuşurken ağlamama engel olamadığımdan o ne kadarını duydu, ne kadarını anlayabildi bilmiyorum. Net olan tek şey söylediğim tüm sözler konusunda en ufak bir yumuşama bile göstermedi. Bağırıyordum, çağırıyordum, yalvarıyordum. Saatlerce süründüm telefonda. Olmadı. 

"Keşke hiç tanımasaydım, keke karşıma çıkmadan önce ölmüş olsaydın."

Keşke dedim. Keşke gerçekten de ölmüş olsaydım. Ölünce bir insan hisleri bitiyor, kalmıyor geriye hiçbir şey. Ne acı ne üzüntü hissediyor. Ben ise en acı ölümü tatmıştım. Ölmüştüm ama kimsenin haberi yoktu bundan, benim dışımda. Hem ölüm anının acısını yaşıyordum hem de ölüm sonrası sevenlerin yaşadığı büyük üzüntüyü. Güneşin karanlık ışıklar saçtığına ve renklerin solup dünyanın grileştiğine ilk kez o gün şahit oldum. Arkamdaki çimenlik alanda top peşinde koşan çocukların çığlıkları duyuluyordu, sağımdan köpeğini gezdiren genç bir kız geçti, köpek 4 adım önden gidip etrafı kokluyordu, kayalıklara konmuş bir güvercin dalgadan sıçrayan suyun etkisiyle kanatlanıp uçmuştu. Tüm dünya hiçbir şey olmamış gibi davranmaya yemin etmiş gibiydi. Ne güneşin yaydığı siyah ışığı görüyorlardı ne de benim öldüğüme şahit olmuşlardı. 

Gözlerimi patlatmak istiyormuşcasına sıkarak kapadım, ellerimle kulaklarımı kapatıp kayalıkların üstünde cenin pozisyonunda kıvrılıp yattım. Duymak istemiyordum, görmek istemiyordum. Korkyordum, acı çekiyordum, ağlıyordum. Her şeye sahipken birden hiçbir şeyi kalmamış bir insanın yaşayacağı çaresizliği yaşıyordum

"Susun lan gülmeyin! Şu siktiğimin gününde nasıl gülebiliyorsunuz!"

Bağırmak istedim ama sesim o kadar güçlü çıkmadı. Hatta neredeyse ben bile duyamadım kendimi. Kaç saat orada öyle ağladım emin değilim. Gözlerimi tekrar açtığımda gerçekten de her yer siyaha bürünmüştü, güneş yerini aya bırakmış ve etrafta hiçbir insan kalmamıştı. Bir kez daha aradım, açmadı. Ailemden gelen onlarca aramaya, mesaja göz ucuyla baktım, umursamadım. Her zaman yaptığımız gibi kalktım ve yürümeye devam ettim. Eve dönerken ilk kez biriyle karşılaştım. Saçları dökülmüş, ellilerinde göbekli bir erkek. Durdurdum onu.

"Bir baksana bana. Dikkatlice bak. Ağladığım belli oluyor mu?"

Hayatımın en utanç verici sorularından birisiydi. Adamın yüzüme bakışı çok farklıydı. Net bir acıma vardı ifadesinde. Sorduğum sorudan ötürü mü yoksa eve gidince fark edeceğim şişmiş kırmızı gözlerden mi bilmiyorum. Çaresiz bir haldeydim, kendimi ağzından çıkacak her bir kelimeye muhtaç hissediyordum. Elini omzuma koydu, hayır dedi. Dünyadaki tüm kelimeler onu terk etmişti sanki, dudakları bir şeyler daha söylemek istiyordu ama beyni buna müsaade etmiyordu. Omzumdaki eliyle bana yaşama gücü vermeye çalışır gibi hafifçe sıktı.Yalan söylediğini fark etmiştim ama o bir kez daha tekrarladı.

"Hayır."

Gülümsemeye çalıştım, olmadı. Gülücük denen o lanet şeyi unutmuştum. 




Merhaba Hayat, Ben Geri Geldim

0 yorum
Çok uzun zaman oldu değil mi? Hiç özlememişim şu adına hayat denilen saçma olayı. Bir süredir başka hayatlar yaşıyordum, ait olmadığım yerlerde sorduğum sorulara cevaplar arıyordum. Hayatın yasak elmasını çok erken yemiştim. Madem cennetimde kovuldum biraz cehennemi yaşayayım deyip kendi hayatımı terk ettim ve patojenik bir pisliğin ait olacağı sefil hayatları yaşamayı denedim. En dibe çökene kadar kendime olan öfkem dinmedi.

4 yıl... Çok olmuş. Ergenliğe girene kadar fotosentez yaptığımı düşünecek olursak bugüne dek bilinçli olarak yaşadığım hayatın 3'te 1'i ve 4 harfli lanetimle cennette geçirdiğim sürenin 2 katı... Çok şey değişti ben gittiğimden beri. Hatta her şey değişti. Hepsini anlatacağım, en saf en yalın haliyle. Ama bugünlük biraz müsaade, çünkü nereden başlayacağımdan bile emin değilim.

Uzun süredir kalemimi bırakmıştım. Bu gelişmeden kimsenin haberi yoktu ve kalemi bırakma kararı aldığımda arkamdan ağlayan milyonlar olmadı. Tek okuyucusu kendisi olan bir yazar olarak ne gidişim haber oldu ne dönüşüm.

Dürüst olmak gerekirse yeni gelmedim. Son bir aydır online durumdaydım. Ancak burada böyle bir blog olduğunu tamamen unutmuşum. Hiç kimsenin haberdar olmadığı ve asla da olmayacağı bu sayfadan beni takip etmeyen, okumayan sevgili insanlardan bu sebeple özür diliyorum, 1 ay kadar geç döndüm buraya. İlk işim eski yazılarımı okumak oldu. Hem yayındakiler hem de yayınlamaya cesaret edemediğim taslaktakiler. Geçmişe dair anılarımın ne kadar silikleştiğini gördüm. Yazmış olduğum tüm o anıları hatırlamaya çalışmak zor ve eğlenceliydi. Şimdi 4 yıllık cehennemim hakkında da yazacağım çok şey var. Parmaklarım heyecandan yerinde duramıyor. Bu kadarcık yazı bile iyi geldi, yaz kuraklığının ortasında içilen bir bardak soğuk su gibiydi. Doyurmadı ama muhteşem bir zevk verdi. İkinci bardak için heyecanlanıyorum.

4 harften 4 yıllık acıyla kurtulabildim, şimdi ise 5 harfe bulaştım. Sanırım ben hiçbir zaman akıllanmayacağım. Ehh, sonuçta patojenik bir ruhum var. Huzur mu? Mutluluk mu? Lütfen saçmalamayalım Patojenik Bey.