<br>

1 Mayıs 2017 Pazartesi

Patojenik Hayat 1 - Hayir

Bir söz verdim, geçmiş anılar arasında daha fazla takılıp kalmayacağım. Hayatımın en güzel yıllarını geride bırakmış da olsam önümde yaşayacak daha çok yıllar varmış. Yani bana öyle dediler. Belki mutlu filan bile olabilirmişim ya da çok huzurlu günlerle karşılaşabilirmişim. Tekrar sevebilirmişim, daha iyilerini bulabilirmişim. En komiği de zaten mükemmel bir hayatım varmış. Boş teselli verenler, hepiniz bok yiyin.

Hayır, anlatacaklarım sıradan bir aşk hikayesi değil. Bir bitiş hikayesi. Kendisine ve çevresine hastalık saçan patojenik bir hayatı anlatacağım sizlere. 

Hayattaki 18. yılımı henüz doldurmuştum. Büyük görünmeye çalışan bir ergendim hala. Bana cenneti sunan insanla kutlamıştık doğum günümü. Tüm o öpücüklerin, söylenen sözlerin arasında kendimi mutlu hissediyordum. 2 yıldır hayatımdaydı, 2 yıldır her günümü, her anımı onunla paylaşıyordum. Kalan tüm yıllarımı da ona adamaya daha 18. yaşımdan hazırdım. Sadece 3 gün sonra hayatın ne kadar adi, insanların ne kadar yalancı olabileceğini öğrendim.

Teyzemlerde tüm aile toplanmış güzel bir pazar günü geçiriyorduk. Küçük kuzenim yaptığı şaklabanlıklarla benim ilgimi çekmeye çalışıyordu. Ben ise artık büyüdüm havalarında, büyük insanların yaptığı saçma sapan dedikoduları dinleme çabasındaydım. Otu boku eleştirip kendilerini rahatlatıyorlardı. Keşke orada elimdeki çayla hiç ilgimi çekmeyen muhabbetlere dahil olmaya çalışmasaydım, küçük kuzenimin istediği gibi onunla çocukça oyunlar oynasaydım. Cennetimdeki son saatlerimi daha eğlenceli geçirebilirdim belki de.

Telefonuma gelen mesajla dedikodu kazanından çıkıp derin bir nefes aldım. Tanımadığım bir numaraydı, düz bir "Selam"dan ibaretti mesaj. Ama hiç hoşuma gitmeyen muhabbet ortamından kurtulmak için yeterliydi bana. Aynı soğuklukta düz bir "selam" ile cevap verdim tanımadığım kurtarıcıma.

"Beni tanıdın mı?"

Tabiiki de tanımamıştım. Anlaşılan o da onu tanımayacağımı düşünüyordu. Bu sorunun başka bir açıklamasını bulamıyorum. Beni kurtardığı için kibar bir duruş sergileme kararı aldım, yoksa kendini tanıtmak yerine bu saçma soruyu sorduğu için biraz daha ters gidebilirdim.

"Hayır, numaran kayıtlı değilmiş kusura bakma."

"İrem ben."

İrem, alt dönemlerden bir kızdı. Son haftalarda okulda beraber takıldığımız oluyordu. İzel ara ara bu durumu sorun ediyordu, klasik kıskançlık tripleri bilirsiniz. Daha fazla rahatsız olmaması için telefon numarasını hiç istememiştim. Ama kantinde denk gelince yapılan 20-30 dakikalık muhabbetlerin veya serviste okula gidiş gelişlerde edilen sohbetlerin kimseye bir zararı olmayacağı kanaatindeydim. Ondan mesaj almış olmak şaşırtıcıydı. Soyadını yazıp gerçekten o olup olmadığını teyit ettirdim, gelen cevap evetti. Klasik hal hatır sorularının, havadan sudan konuların ardından hayatımın kırılma noktasını yaşattı bana.

"Yarın okulda özel bir şey konuşabilir miyiz?"

Şimdi söylemesi için ne kadar ısrar ettiysem de olmadı. Bir yanım bana açılacağını söylüyor olsa da flört etmeyi unutmuş ve İzel'e bağlılık yemini etmiş olan tarafım "Kendini bir bok sanma. İzel'le aranızdakileri tüm herkes biliyor, bambaşka bir şey söyleyecektir" şeklinde bastırıyordu. Her zaman yaptığım gibi yine İzelci yönümün sesini dinledim. Konuşma isteğine olumlu geri dönüş yaptım. Mutlu bir insan olarak attığım son mesajdı.

"Ahmet ben İzel'dim. Aranızda bir şey olduğunu, ona karşı bir şeyler hissettiğini biliyordum. Sakın tek kelime dahi etme. Arkadaşlarıma da rezil ettin beni. Senden böyle bir şeyi beklemezdim. Yazıklar olsun, nereden karşıma çıktın da seni sevdim ki? Keşke hiç tanımamış olsaydım, keşke karşıma çıkmadan önce ölmüş olsaydın"

Aile büyüklerinin gereksiz dedikoduları arasında oturmuş telefona bakar halde gözlerimin yavaş yavaş doluşunu hissediyordum. Dünyanın en saçma ayrılık sebebi olabilir miydi? Çok uzun yıllar sonra öğrenecektim sadece ayrılma amaçlı böyle konuştuğunu. Benden kurtulmak için rol yaptığını yıllarca kendimi suçladıktan, büyük pişmanlıklar yaşadıktan sonra anlayacaktım. Şu an için detaylı düşünecek halim yoktu. Düşünmek bir yana nefes bile alamıyordum, sadece acı vardı, saf ve sonsuz bir acı.

Sol elimde tuttuğum yarım çay bardağının titrediğini, içindeki kaşığın tıkırdılarını duyunca fark ettim. İlk gözyaşı düşmeden önce kaçmam gerekiyordu. Başım öne eğik bir şekilde salondan çıktım, kendimi ilk olarak tuvalete attım. Ama sakinleşmek gibi bir şey söz konusu değildi. Ayakkabılarımı giyip, kimseye tek bir şey söylemeden o evden çıktım. Ne yapacağımı bilmiyordum, arıyordum açmıyordu, yazıyordum cevap vermiyordu. Dışarıdaki insanlara aldırmadan ağlaya ağlaya hızlı adımlarla yürüyordum sahile doğru. Kayalara vuran dalgalar beni her zaman sakinleştirmişti, bir an önce ilacıma kavuşmak istiyordum. Israrıma daha fazla dayanamayıp saatler sonra ilk kez telefonuma cevap verdi. Kendimi açıklamaya, aklamaya çalıştım. Onu asla aldatmayacağımı, nasıl çok sevdiğimi, içimdeki bağlılığın büyüklüğünü binlerce farklı kelimeyle onlarca farklı şekilde anlatıyordum. Konuşurken ağlamama engel olamadığımdan o ne kadarını duydu, ne kadarını anlayabildi bilmiyorum. Net olan tek şey söylediğim tüm sözler konusunda en ufak bir yumuşama bile göstermedi. Bağırıyordum, çağırıyordum, yalvarıyordum. Saatlerce süründüm telefonda. Olmadı. 

"Keşke hiç tanımasaydım, keke karşıma çıkmadan önce ölmüş olsaydın."

Keşke dedim. Keşke gerçekten de ölmüş olsaydım. Ölünce bir insan hisleri bitiyor, kalmıyor geriye hiçbir şey. Ne acı ne üzüntü hissediyor. Ben ise en acı ölümü tatmıştım. Ölmüştüm ama kimsenin haberi yoktu bundan, benim dışımda. Hem ölüm anının acısını yaşıyordum hem de ölüm sonrası sevenlerin yaşadığı büyük üzüntüyü. Güneşin karanlık ışıklar saçtığına ve renklerin solup dünyanın grileştiğine ilk kez o gün şahit oldum. Arkamdaki çimenlik alanda top peşinde koşan çocukların çığlıkları duyuluyordu, sağımdan köpeğini gezdiren genç bir kız geçti, köpek 4 adım önden gidip etrafı kokluyordu, kayalıklara konmuş bir güvercin dalgadan sıçrayan suyun etkisiyle kanatlanıp uçmuştu. Tüm dünya hiçbir şey olmamış gibi davranmaya yemin etmiş gibiydi. Ne güneşin yaydığı siyah ışığı görüyorlardı ne de benim öldüğüme şahit olmuşlardı. 

Gözlerimi patlatmak istiyormuşcasına sıkarak kapadım, ellerimle kulaklarımı kapatıp kayalıkların üstünde cenin pozisyonunda kıvrılıp yattım. Duymak istemiyordum, görmek istemiyordum. Korkyordum, acı çekiyordum, ağlıyordum. Her şeye sahipken birden hiçbir şeyi kalmamış bir insanın yaşayacağı çaresizliği yaşıyordum

"Susun lan gülmeyin! Şu siktiğimin gününde nasıl gülebiliyorsunuz!"

Bağırmak istedim ama sesim o kadar güçlü çıkmadı. Hatta neredeyse ben bile duyamadım kendimi. Kaç saat orada öyle ağladım emin değilim. Gözlerimi tekrar açtığımda gerçekten de her yer siyaha bürünmüştü, güneş yerini aya bırakmış ve etrafta hiçbir insan kalmamıştı. Bir kez daha aradım, açmadı. Ailemden gelen onlarca aramaya, mesaja göz ucuyla baktım, umursamadım. Her zaman yaptığımız gibi kalktım ve yürümeye devam ettim. Eve dönerken ilk kez biriyle karşılaştım. Saçları dökülmüş, ellilerinde göbekli bir erkek. Durdurdum onu.

"Bir baksana bana. Dikkatlice bak. Ağladığım belli oluyor mu?"

Hayatımın en utanç verici sorularından birisiydi. Adamın yüzüme bakışı çok farklıydı. Net bir acıma vardı ifadesinde. Sorduğum sorudan ötürü mü yoksa eve gidince fark edeceğim şişmiş kırmızı gözlerden mi bilmiyorum. Çaresiz bir haldeydim, kendimi ağzından çıkacak her bir kelimeye muhtaç hissediyordum. Elini omzuma koydu, hayır dedi. Dünyadaki tüm kelimeler onu terk etmişti sanki, dudakları bir şeyler daha söylemek istiyordu ama beyni buna müsaade etmiyordu. Omzumdaki eliyle bana yaşama gücü vermeye çalışır gibi hafifçe sıktı.Yalan söylediğini fark etmiştim ama o bir kez daha tekrarladı.

"Hayır."

Gülümsemeye çalıştım, olmadı. Gülücük denen o lanet şeyi unutmuştum. 




0 yorum:

Yorum Gönder